AZAT ETMEK

“Venedik’ten Napoliye gidiyorduk Türk Gemileri Yolumuzu kesti. Biz topu topu üç gemiydik, onların ise sisin içinden çıkan kadırgalarının arkası gelmiyordu bir türlü. Gemimizde bir anda korku ve telâş başladı; çoğunluğu Türk Mağripli olan kürekçilerimiz sevinç çığlıkları atıyordu; sinirlerimiz bozuldu. Gemimiz burnunu öteki iki gemi gibi, karaya, batıya çevirdi, ama öteki gemiler gibi hızlanamadık biz. Esir düşerse cezalandırılmaktan korkan kaptanımız kürek kölelerini şiddetle kırbaçlatmak için bir türlü emir vermiyordu. Sonraları, bütün hayatımın kaptanın bu korkaklığı yüzünden değiştiğini çok düşündüm….” bir romanın girişinde betimlenmiş olan bu esir düşme hikâyesi aslında köleliğin yaygın hikâyelerinden biriydi. Bir şekilde esir düşüp köle haline gelen insanların hikâyesi aynı olsa da yaşantılarının devamı veya bitişleri aynı olmayabiliyordu. Şanslı olanları iyi bir efendi tarafından alınıp belli bir müddet yanlarında kaldıktan sonra azat edilmekte ve yine kimi bir şekilde kaçarak hayatını kurtarabilmekteydi.

Peki azat etmek duygusal olarak insanı nasıl etkiliyor? İnsanların besledikleri öfkeyi, nefreti, kötü düşünceleri içinden söküp atması nasıl bir şeydi? Uzun zamanlar birbirinizi yaşayarak tanımaya koyulmuşsunuz, artık bir birinizi tanıdığınızı zannetmişsiniz ve her sırrınızı anlatmışsınız. Gözlerinin içine bakıp, “sen gidersen ben ölürüm” demişsiniz. İtiraf etmişsiniz en hassas yerinizin o olduğunu, sonra da öfkenizi dökmüşsünüz içinizden. Ya sonra, sonra ne olmuş? Tüm olan bitenden bihaber olmuşsunuz. Meğerse gitmek için en zayıf anınızı bekliyormuş. İşte tam bu zamanlar tutkularınızın, sevginizin, duygularınızın, hayallerinizin esir alındığı zamanlar olarak bir tokat gibi çıkmış karşınıza. Peki bu yaşananlar iyi mi olmuş? Elle tutulur hiçbir yeri kalmayan bu tutsak duygular tecrübeden başka hiçbir şey bırakmamış mı arkasında? Bu duyguların esir altından çıkması için ne yapmak gerekiyordu? Bu duyguların esir altından çıkmasını istemek gereksiz bir istek miydi? Hırslanıp dururken kendi duygularımızı kendimiz mi esir etmiştik? Sessizce ve asilce gitmek işe yarar mıydı? Sessizce gidişler olsaydı prangalarla yaşamaktan kurtulur muyduk? Tüm güzel duyguların esaret altında olmasına rağmen, insan yine de sesini çıkaramıyor. Her ne kadar esaret altında olan duygularımız olsa da kızmak da yasak değildir ya. Kızmasa insan, insanlıktan payını almış olmaz ki. Bu sebeptendir ki, kızmak gerek bazen. Tesadüf değil ki insanların karşılaşması ve tüm yaşananlara şahitlik edip duygularını esir vermesi. Duyguların esir düşmesi de tevafuktan. Ruhlar aleminden beri birbirini tanıdığını zannetmek bir yanılgı mıydı, yoksa tam da bu mudur bizim sınavımız?

Duyguların esir altında olması kadar yalnızlaştırmaz insanı hiçbir şey. Ne dallar yeşil ne de gök mavi olur artık. Hangi alemde olduğunu unutur insan, duygularının hangi alemde esir kaldığını da unutur. Duyguları esaret altından çıkarmak için aramaya koyulursun. Yıldızlar ve rüzgar bile yol göstermez olur insana bu arayışta. Duyguların başka geminin kürekçisiyken sen başka geminin kürekçisi oluvermişsin. Esaret altında olan insan için gecelere artık ay doğmaz oluyor. Yıldızlar daha da uzaklaşıyor. Yarım kalan hayaller peşini bırakmaz oluyor. Esaret altında olmak var olmanın en kötü yanıdır. Esirin derdi o esaret altından kurtulmak, sultanın derdi ise esaretin üzerinde hakimiyetini sürdürmek. Yani kölenin yakasını bırakmayan esaret, sultan için büyük bir nimet. Sultan da esarete hakim olmaya esir düşmüş de farkında değil. Bu durumda kim köle, kim sultan, kim av kim avcı belli değil. Esaret hem esir alanın, hem de esaret altında olanın başına bela.

“Azat edildin” derken bile insan kendi esaretinden kurtulmak ister aslında. Uzun zamanlarca her anını ayırdığı, takip ettiği, kontrol altına aldığı durumları azat ederek hayat bulur insan. Azat edilen umursamaz belki bunu duymayı ancak azat ettiğini düşünen için üzerinden büyük bir yük kalkar. Artık onun sorumluluğunu taşımaz. Artık kendi duyguları da ağır gelmez azat edene. Bir olay, bir durum yaşanmalıdır vazgeçmek için. Yoksa esaret altında yaşamaya devam etmek her gün sırtına daha ağır yükler yüklemeye benzer. Her gün ağırlığı artan yüklerin altından kalkamaz olur insan ve bir gün o yükler artık ezmeye başlar. Bu yüzden gücünün yetersiz geldiğini düşündüğü yerde “azat edildin” diyerek kurtarmalı kendini o ezilme riskinden. “azat edildin” derken aslında kendini azat eder insan.