BEYKOZ

Merhaba, asırlar öncesinden beridir kendi içerisinde bir başka dünya olmayı başaran bir ilçe olarak sizlerle markalaşma serüvenimi paylaşacağım. Mazimden, yaşanmışlıklarımdan, var olan değerlerimden ve bugünlere kadar nasıl geldiğimden bahsetmeden önce bana neden “Beykoz” adının verildiğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Şuan kullanmakta olduğum bu marka ismim aslında Kocaeli beylerinin benim bölgemde yaşamasıyla sahip oldum. Farsça diline “kos” kelimesinin Türkçe karşılığı “köy” anlamına geliyor. Benim bölgeme gelen Kocaeli beylerine nispet yapmak için bana Beykoz denilmeye başlanıldı ve bu isim benim bugünlere kadar taşıdığım marka kimliğimin bir parçası oldu. Benim bölgem var olduğu günden bugüne kadar hep ormanlık bir alan içerisinde olmuştur. Hem deniz yoluyla, hem de kara yoluyla benim bölgeme gelen ziyaretçilerim benim sınırlarıma girdikleri andan itibaren başka bir dünyaya girmiş gibi hissederler. O doğal havamı ve doğal atmosferimi her zaman korumayı başardım. İnsanların İstanbul bölgesini şehir olarak kullanmaya başladıkları ilk çağladan beri, şehir yoğunluğundan ve karmaşasından uzaklaşıp nefes alabilecekleri bir bölge olma benim marka değerimi her zaman çok değerli kılmıştır. Neredeyse 2700 yıl öncesinden beridir de nefes alınacak bir bölge olarak kullanılıyorum. İlk zamanlarda sadece insanların nefes aldığı dinlendiği bir bölgeydim ama yerleşim yeri olarak kullanılmaya Roma döneminde başladım. Romalılar Anadolu Kavağında bir aday yeri inşa etmiş ve benim bölgemde yerleşik olarak yaşamaya başlamışlardı. O dönemlerden itibaren ticaretin de oluştuğu bir bölge olmuştum. Romalıların burada aday yeri inşa etmesinin ticari anlamda bir stratejisi vardı aslında. Karadeniz’e deniz yolundan gitmek isteyenlerin mutlaka uğradığı bir yer konumundaydım. Denizcilerin inancına göre Zeus ve Poseidon adına kurban kesmek onların denizde daha kolaylık görecekleri ve daha kullanışlı rüzgarlara sahip olacakları yer alıyordu. Uzunca bir dönem bu inanışa sahip denizciler benim bölgemde adaklarını keserek yollarına devam ediyorlardı. Marka konumlandırmamı da bu çerçevede uzunca bir süre korudum.

Osmanlının İstanbul’a gelmesinden sonra da uzunca yıllar inanışlarına göre adak adayarak yollarına devam eden insanlara benim bölgemde inançlarını yaşatmalarına izin verildi. Kuşkusuz her medeniyetin benim bölgemi sevdiği ve değer verdiği gibi Osmanlı medeniyeti de bana değer vermiş ve benim bölgemi çok sevmişti. Osmanlı döneminde heybetimi daha da artırmış ve boğazı kullanan her ülke için ihtişamlı bir bölge olmuştum. Osmanlıdan sonra benim bölgemde bir çok köşk, kasır ve eğlence mekanları inşa edildi. Oldukça popüler bir hal aldım. En çok da Padişahların ve hanedanın benim bölgemde av sporuyla ilgileniyor olması değerime değer kattı ve ormanlarımın korunmasına sebep oldu. O kadar önemli insanı ağırlıyor olmam, köşklerin ve kasırların benim bölgemde inşa ediliyor olması, Osmanlı hanedan üyelerinin benim bölgeme yerleşmesi beni boğazın en ağır başlı bölgelerinden biri haline getirmişti. Boğazın Karadeniz’e geçişindeki kilit bölge görevi görüyorum. Karadeniz’in kollarını açıp boğaza sarılışıdır benim bölgem. Zaman içerisinde benim bölgeme halk da gelmeye başlamış ve hareketi, renkli bir bölge olmuştum. Eskiden benim bölgemde doğa ile iç içe yem yeşil bir çayır bulunmaktaydı ve bu çayırın etrafında gelişen aşklar, sevgiler ve mutlu beraberliklerle insanların aklında özel bir yere sahiptim. Maalesef bugünlere kadar doğal zenginliğim olan o yemyeşil çayırı taşımayı beceremedim. Bölgeme gelen insanların hoyratça kullanılmamdan ben de nasibimi aldım. Zihinlerde canlandırdığım o güzel anılarım çayırımın yok edilişiyle birlikte mazide kaldı .

Kültürel zenginliklerimin çoğunu da çayırım gibi yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştım. Nüfusun yoğunluğundan çok zarar görüyordum. Köşklerim, kasırlarım tek tek maziye gömülüyordu. Neyse ki o günlerden bu günlere taşıdığım eserler içerisinde en önemlileri olan Mecidiye ve Hıdiv Kasrı yeniden halkla buluşur bir konuma geldi. Bu kasırlar benim için çok önemli çünkü hem yerli hem de yabancı ziyaretçilerimi büyüleyen aynı zamanda da tarihi dokuyu yaşatan eserler bunlar. Özellikle dünyanın ilk asansörlerinden biri de Hıdiv Kasrında inşa edilmişti. Bu asansör bugün bile korunuyor ve çalışır bir vaziyette ziyaretçilerini ilk günkü büyüsüyle ağırlama imkanına sahip. Benim marka değerim için o kadar önemli olan bu yapı maalesef kapalı, kilitli odalar arakasında tutuluyor. Sadece tarih araştırmaları yapan insanların denk geldiği bir eser olarak öylece bir kenarda duruyor. Portekiz’in başkenti Lizbon’da bulunan Elevador de Santa Justa (Santa Justa Asansörü) ile kıyaslandığında benim değerim tarihim ve konumum çok daha ön planda olmasına rağmen oranın yaptığı markalama çalışması yanında ben yok olmuş durumdayım. Önünde uzun uzun sıraların olduğu hatta çoğu insanın Santa Justa Asansörünü görmek ve kullanmak için Lizbon’a gittiğini duydukça ve gördükçe kahroluyorum. Şehir markalaşmasının ne kadar önemli olduğu bu örnekte de kendini ortaya koymaktadır. Döneminin en lüks ev içi asansörüne sahip olan ve bugünlere kadar çalışır bir vaziyette bu asansörü taşımış kaç bölgeden daha söz edilebilir ki. Onu da geçtim, asansörü kullandıktan sonra insanların ulaşacağı o manzara bırakın İstanbul’da dünyada başka bir yerde görülemeyecek bir manzaradır. Karadeniz’in boğaz ile kucaklaştığı en güzel manzarayı buradan görebilir insanlar ancak maalesef bu manzaraya ulaşmak da, bu değerli asansörün kullanılması da kilitli kapıların arkasında tutulmaktadır.

Bu anlattıklarım benim yakın geçmişimle alakalı konular. Aslında bundan daha öncesi de var benim bölgemde benim değerime değer katacak unsurlar olarak. Dediğim gibi benim geçmişim M.Ö. 700’lü yıllara kadar ulaşmaktadır. Bu zamanlarda benim bölgeme deniz yolu ile gelen Traklar “Bebrik” adıyla bir köy kurmuşlardı. Bu köy gelişimini sürdürüp bir devlet halini almış hatta Kral Amikos benim bölgemdeki bu köye kendi adını vermişti. Yani ilk var olduğum zamandan beridir marka şehir mimarları tarafından kullanılacak o kadar unsurum var ki. Sonrasında birçok faklı kültüre daha ev sahipliği yapma fırsatım oldu. Persler ve Abbasiler bile benim bölgemde yaşayan medeniyetler olmuştu. O kadar değerli bir konuma gelmiştim ki, daha İstanbul fetih edilmeden önce 1402 yılında Yıldırım Beyazıt tarafından Osmanlının hakimiyeti altına alındım. Bu dönemden İstanbul’un fethine kadar da yaşadığım onca tecrübe bulunmakta. Yani İstanbul ilçeleri arasında Türkleşen ilk ilçe olmanın da değerini taşıyorum. Amikos adımı da Beykoz’a bu dönemde değiştirmiş oldum. Padişahların av bölgesi olarak kullanıldığım zamanlarda bir gün Fatih Sultan Mehmet de benim bölgemde avlanırken Tokat Kalesi’nin fetih edildiğinin haberini almıştır. Bu haber Fatih Sultan Mehmet’i çok mutlu etmiş ve bu güzel haberin şerefine benim bölgemde Tokat Kalesine benzer bir av köşkü yaptırdı. Sonrasında da bu köşkün yapıldığı bölgeye de “Tokat Bahçesi” adı verildi. Maalesef bu tarihi hikayeyi de unsurlarımı da sağlıklı bir şekilde sunamıyorum. Bugünlerde sadece bu bölgeye “Tokatköy Mahallesi” adı verilmiş durumda. Bu da benim yakındığım durumlardan bir başkası. Bu olumsuzluklarıma rağmen günümüze kadar taşıdığım eserler arasında: Kaymakdonduran Çeşmesi (Kanije Beylerbeyi Ahmet Paşa tarafından yaptırılmıştır.) İshak Ağa Çeşmesi (On çeşmeler) (Mimar Sinan tarafından yaptırılmıştır) Hıdiv Kasrı (Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa yaptırmıştır) İskender Paşa Camii (Mimar Sinan tarafından yapılmıştır.) Anadolu Hisarı (Yıldırım Beyazıt yaptırmıştır) Küçüksu Kasrı (Sultan I. Mahmut’a hediye olarak yaptırılmıştır) gibi birçok farklı eser de bulunmakta.

Ormanlık ve doğa konumlandırmamın şu sıralarda zarar gördüğü plansız yapılaşma ve betonların yoğunlaştığı, bir çok gecekondunun inşa edildiği olumsuz durumlar yüzünden zedelendiği de ortada. Bölgeme gelen çok sayıda farklı kültürden insanların bu yapılaşmaları sonucunda, bitki örtüm ve doğal yapım da çok ciddi zarar görmüş durumda. Bu kadar kültürün bir arada olma durumunu marka ilçe olarak avantaja çevirip kapılarımı bir çok yerli ve yabancı ziyaretçiye açma imkanım varken maalesef kültürel etkinliklerim de yeterli oranda organize edilmemektedir. Kütüphanelerin ve çok amaçlı salonların yetersizliği, kültürel faaliyetlerin istenilen düzeye ulaşmasını engellemektedir.  Osmanlı döneminden kalan eserlerim profesyonelce markalaşmayı beklemektedir. Beykoz Kasrı, Küçüksu Kasrı, Hıdiv Kasrı, Anadoluhisarı Kalesi, Mihrişah Sultan Çeşmesi, Anadolu Kavağı Kalesi gibi her biri farklı sultanlar tarafından yapılan eserlere sahip olmama rağmen yapılan markalama çalışmalarının yetersizliğini yaşamaktayım. Tüm bunların yanı sıra, günümüzde olumlu gelişmelere de sahip durumdayım aslında. Örneğin Anadolu Feneri ve Camii, merkezimde yer alan Abraham Paşa Korusu ve bazı sosyal tesislerim yeniden inşa edildi veya yenilendi. Kanlıca’da bulunan Mihrabad Korusu Boğaz manzaralı görünümüyle bölgemin en gözde piknik alanları arasında yer almaktadır. Anadolu Hisarından Beykoz Yalıköy’e arasında yer alan birçok tarihi yalı da Boğazın güzellikleri arasında durmaktadır. Bu yalıların en önemlisi Anadolu Hisarı’ndaki Hekim Paşa Yalısı’dır. Benim bölgemin yarısından fazlası ormanlık alan olduğu için hala İstanbulluların dinlenme bölgesi olarak kullanılmaktadır. İstanbul içinde çok özel bir yer olmama rağmen ziyaretçilerimi ağırlayan bir marka şehir olmak her zaman hayallerim arasında yer almıştır.