KAĞITHANE

Benim tarihim İstanbul’un tarihi kadar eskidir aslında. Haliç ve özelikle benim bulunduğum bölgede bulunan dere ve çevresi, Bizans İmparatorluğu döneminde kullanılmaya başladı ve markalaşmadaki ilk adımlarımı da bu dönemde atmaya başladım. Yerleşim yeri olarak kullanılmaya başladığım ilk andan itibaren İstanbul için önemli bir bölge konumuna eriştim. İlk zamanlarda benim adım benim bölgemde olan dere ile anılıyordu ve bu dereye de Barbisos adı verilmişti. Engebeli bir arazi yapısına sahip olmamla birlikte çok sayıda dere ve vadi de benim bulunduğum bölgede yer almaktaydı. İnsanlar genelde suya yakın yerlerde yerleşik bir hayat tercih ettikleri için benim bölgemde yerleşik halkın olması da kaçınılmaz bir durumdu. Bu bölgede yaşayan insanlar haliyle ticaretlerini de benim bulunduğum bölge üzerinden yapmaya başladılar. Zaman içerisinde İstanbul’un önemli oradan kağıdını üreten bir bölge haline gelmiştim. Çok sayıda kağıt imalathanesi benim bulunduğum bölgede kuruldu. Genelde bölgelerin markalaşması, o bölgede yaşayan ünlü isimler, şehir özelikleri veya önemli olayları ağırlaması üzerinden gerçekleştiriliyor ve bu özeliklere göre marka isimlerine sahip oluyorlar. Benim marka ismim bölgedeki faaliyetim sayesinde oluştu ve İstanbullular beni “Kağıthane” olarak anmaya başladılar.

Sadece kağıt üreten bir bölge de değildim. Birçok un değirmeni ve Baruthane de benim bölgemde bulunuyordu. Yani kağıt üretiminin yanı sıra, un ve barut üretiminden ve tüm bölgeye bu üretimleri ulaştırmaktan da sorumluydum. Ticari açıdan oldukça güçlü bir konumdaydım ve o tarihlerden itibaren İstanbul sur içiyle bağlantı yollarımın gelişmesi benim marka değerimi daha da arttırmıştı. Vadilerim ve derelerim olduğundan dolayı insanların genelde sosyalleştiği alan olarak da kullanılıyordum. İstanbul sur içinin yoğunluğundan uzaklaşmak rahat bir nefes almak isteyen insanların uğrak yeri haline gelmiştim. Benim bulunduğum alanlarda döneminin geleneksel oyunlarından Cirit ve Ok atışı oyunları oynanıyordu. Yıl içerisinde belli periyodlarda oynanan bu oyunların gelenekselleşmesinde benim bölgem oldukça önemli rol oynamıştır. Günümüzde bile hem Cirit, hem de Ok atışı neredeyse tüm dünyada oynanan oyunlarken, benim bölgemde unutulmuş bir değer. Oysa ben bu oyunların geleneksel olarak oynanmasına uzun yıllar ev sahipliği yaptım ve bu durumla ilgili oldukça önemli bir tarihi geçmişe sahip durumdayım. Hala hayallerim arasında geleneksel durumları yeniden canlandırmak yerli ve yabancı ziyaretçileri yeniden ağırlamak tüm ülke ve dünyada adımın anılmasını sağlamak yer almaktadır.

Diğer bir özeliğim de 1530 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın oğullarının Şehzade Mustafa ve Şehzade Mehmet ile Şehzade Selim’in sünnet düğünleri tüm ülke tarafından Sultanahmet’teki At Meydanında kutlandıktan sonra bir koşunun organize edilmesi olmuştur. Bu koşu At Meydanı’ndan başlayan ve benim bölgemde son bulan bir organizasyondu. Bu benim spor alanında markalaşmam için o kadar güzel bir imkan ki sadece o dönemden sonra değil, bu dönemde bile yeniden o dönemin anılması ve geleneğin yaşatılması için yapılacak bu koşu ve koşunun bir sosyal sorumluluk ile birleştirmesi benim marka değerimi çok daha iyi bir yere taşıyacaktır. Sadece İstanbul veya Türkiye’de değil, tüm dünyada bu konusunun konuşulacağından, geleneğimizi yaşattığımız bu etkinliğin sosyal sorumluluk ile bağlantısının değerime değer katacağından hiç şüphem yok. Maalesef bu değerim de bir kenarda öyle atıl bir şekilde duruyor ve keşfedilmeyi bekliyor.

Spor dalında marka özeliğimin olmasıyla beraber görsel olarak da tüm dünyaya 18. yüzyıl itibarıyla önemli bir mesaj vermiştim. Benim bölgemde yetişen laleler çok değerli ve kıymetliydi. Birçok esere, şiire ve şarkıya konu olacak kadar güzelliğe sahip olmuş ve kendi başında bir marka değeri kazanmıştı. Hatta Evliya Çelebi bile bu bölgedeki laleleri kendi eserleri arasında kaleme almış ve Kağıthane Lalesi konumlandırmasıyla buradaki laleleri “Lale-i Günegün” olarak anıyordu ve “Lale vakti buraya gelen insanların aklı perişan olur” diye yazmıştır. Oysa günümüzde bu değerin hikayelerinin oluşturulması ve insanlarla paylaşması beni çok başarılı bir konuma taşıyabilirdi. Örneğin, aynı dönem içerisinde 3. Sultan Ahmet’in Veziri Damat Nevşehirli İbrahim Paşa’nın zamanında yapılan çalışmalar Lale Devri’ni güzelleştiren birçok projeye imza atmıştır ve bu projeler tüm ülkeler tarafından takdir kazanmıştır. Sonrasında İbrahim Paşa tarafından başlatılan bu akım uzunca yıllar devam etti. Hatta o kadar önemli bir gelenek haline geldi ki Çelebi Mehmet Efendi’nin uzun yıllar sonrasında bile Paris’ten özel olarak getirdiği Versay bahçe ve köşklerinin planlarına göre benim bölgemde planlamalar yapılmıştır. Padişah ve Vezirler o kadar beğenmişti ki yaklaşık 60 Kasr ve köşk benim bölgemde inşa edildi. Yani sanata, peyzaj çalışmalarına verilen önemin sonrasında getirdiği değerler bana o dönem itibariyle markalaşmanın ne kadar önemli olduğunu göstermişti.

Marka olmanın bana kattığı değeri görünce bu konuya daha da değer vermeye başladım. Artık padişahların, vezirlerin yaşamak içi tercih ettiği bölge olmuştum. Bu tercih edilmeye layık bir şekilde varlığımı sürdürmem gerekiyordu. Zaman içerisinde dere kenarlarına yatırım yapılmaya başladım. Kavak ve çınar ağaçlarıyla tüm dere kenarlarının süsleme işlemini başlattım. Resmen sur içindeki karmaşadan uzaklaşıp benim bölgeme gelenlere cennetten bir köşe sunuyordum. Kasrlarım oldukça dikkat çekmeye de başlamıştı hatta bunların arasında en meşhur olanına “Sadabad” adı bile verilmişti. Benim marka kimliğimin altında alt markalar oluşmaya başlamıştı bile. Markalaşma serüvenim devam ediyordu. Derelerde çağlayanlar (bir akarsuyun, çok yüksek olmayan bir yerden çağıltıyla, köpürerek döküldüğü yer.) yapılmış, geceleri de kaplumbağalar üzerine mumluk dikilerek lala bahçeleri arasında çırağanlar (meşale şenlikleri) düzenlenmeye başlamış tüm dünyanın gözdesi haline gelmiştim. O dönemlerde herkese huzur veren bir görüntüm vardı. Lale bahçeleri, havuzlar fıskiyeler ve renk renk görünen köşkler beni oldukça önemli bir konuma taşımıştı. Neredeyse her kasrın kendi içerisinde bir öyküsü vardı, insanlar arasında birçok konunun hikayenin başrolü olmuştum. Tüm bu güzelliklerim ve değerlerim maalesef Patrona Halil İsyanı denilen bir yıkım süreciyle yok olmuştur. Ancak tüm bu yok olmalara rağmen günümüzün bu imkanlarıyla var olan değerime yeniden kavuşmayı bu bina yığınları arasından sıyrılmayı sabırsızlıkla bekliyor ve umut ediyorum.

İnsanların huzur bulmak için geldiği, yüzdükleri kendilerini iyi hissettikleri bu bölge şehrin toplumsal ve kültürel özelliklerini yansıtmaktaydı. Hükümdarların benim bölgeme gelmesiyle büyük törenler ve şenlikler oluşturulurdu. At yarışları, cirit oyunları, güreşler, müzik eğlenceleri, şiirli eğlenceler benim bölgemde hayat buluyordu. Bir dönem Cirit ve Ok müsabakalarının düzenlenmesine rağmen bu etkinliklerin devamlılığı sağlanamadı. Oysa Marka şehir olmak öyle hemen olacak bir süreç değildir. Sabırla belirlenen plan ve programa uyularak markalaşabilirdim. Maalesef birşeylerin denenip yarıda bırakılması benim marka imajımı daha da zedeledi. Halk için piknik alanı vakitleri, bu özel günlerde ayrı bir güzellik ve çekiciliği olur idi. Yeşilliklerin bir kordon gibi kuşattığı dere boylarında yüzerler, kayıkla gezerlerdi. Mesireler halk için bu serin ve renkli dekor içerisinde müzikli ve renkli bir serüven olurdu. Kağıthane’nin en önemli tanıklarından biri de Şair Nedim olmuştur. Bölgem o kadar ilham veren bir bölge olmuştu ki, artık benim bölgemde sanatçılar şairler yetişir olmuştu. Bu alana şimdilerde “Hasbahçe” adı verildi ve mesire alanı olarak kullanılmaya başladı. Bu benim için güzel bir gelişme oldu. Yaz dönemlerinde müzik eğlenceleri, şiir dinletileri, şölenler de benim bu bölgemde yeniden hayat bularak özlem duyduğum eski günlerimi yaşamama umut ışığı olmuştur. Eski günlerimdeki gibi laleler hala ekileceği dönemde bu alana ekiliyor ve tarihim yaşatılmaya çalışılıyor. Bütün bunların yanı sıra, mesire alanının çevresini çevreleyecek nostalji treni yapıldı ve bu tren benim sosyal bir şehir olduğumun mesajını vermemde bana çok yardımcı oldu. En önemli gelişmelerden bir diğeri de benim bölgemde bulunan derenin suyu haliç deniziyle birleştirildi.

Ben İstanbul’un Şişli ilçesine bağlı bir köy iken Kağıthane Belediyesi olarak varlık göstermeye başladım. İstanbul’un şehirleşmesi beni çok olumsuz etkiledi. Tüm değerimi kaybetmiş oldum ama çalışmaktan ve eski değerimi aramaktan vazgeçmiyorum. Çarpık şehirleşme, yoğun insan sirkülasyonu, bilinçsiz büyüme var olan tüm değerlerimi yavaş yavaş kaybetmeme sebep oluyor.  Patrona Halil İsyanından sonra yaşadığım en kötü durum da çarpık kentleşme ve şehirleşme olmuştur. Bu kadar köklü tarihim, yaşanmış hikayelerim cennet gibi sunduğum imkanlarıma rağmen bugünlerde öylesine gelişine yaşayan bir ilçe konumunda olmak istemiyorum. En azından benim bölgemde yeni açılan Osmanlı Arşivleri tarihim açısından bana can verdi ama maalesef bu arşivlerimi hala misafirlerime sunamıyorum. Doğru düzgün bir şehir markası stratejim yok. İstanbul’da adı sadece adliyesiyle anılan bir bölge olmuş durumdayım. Adliye ile anılmak bana “adalet” imajını getirseydi keşke. Maalesef, suçların eylemlerin ve buna benzer olumsuzlukların yaşandığı bir konumlandırmam var. Umut ediyorum ki, bir gün bu değerlerimi gün yüzüne çıkaracak profesyonel bir markalama değerine sahip olacağım ve eski değerimi yeniden kazanacağım.