KARTAL

Merhaba, ben varlığını 6. yüzyıl başlarında küçük bir balıkçı kasabasıyla oluşturmaya başlayan Kartal. Peki nasıl bana “Kartal” denilmeye başladı? Balık avlarken bölgeme tesadüfen gelen bir balıkçının benim bölgemi çok sevmesi ve buraya ailesini yaşamak için getirmesi bölgemde yerleşik olarak yaşayan bir bölge haline getirdi. Bu balıkçı “Kartelli” ismiyle biliniyordu. Doğal olarak insanların arasında “Kartelli’nin yaşadığı bölge” denilmeye başlanılmıştı. Sonrasında benim bölgeme Bizans döneminde bir liman inşa edildi. Bu liman da oldukça önemli görev görüyordu ve limana “Kartelimen” adı verilmişti. Osmanlı’nın bu bölgeleri fetih etmesiyle birlikte markalama süreçleri başlıyor ve her bölgeye yeni isimler veriliyordu. Benim ismim de Türkçeleştirilerek Kartal oldu. Tam olarak da varlığım bu dönemde başlamış oldu. Tarihim bu dönemde başladı ama sonrasında uzunca bir süre yine ıssız bir bölge olarak kaldım. Samandıra ve Yakacık bölgelerinde gerçekleştirilen bazı arkeolojik çalışmalar da benim tarihimin Bizans döneminin başlarında başladığını kanıtlamaktadır. Şahitlik ettiğim ilk önemli olay da neredeyse Anadolu bölgesinin tümünü hakimiyeti altına alan Selçuklu Sultanı Süleyman Şah döneminde oldu. Bu dönemde Süleyman şah tarafından benim bulunduğum bölge, Pendik ve Maltepe fetih edildi. Artık Türkler Bizans topraklarının dibine kadar gelmişti. Dragos Çayırı da iki imparatorluk arasında bir sınır görevi görüyordu. Süleyman Şah’ın da kabulüyle bu çayır resmi olarak sınır ilan edilmişti. Yani iki imparatorluğu birbirinden ayıran bu çayır bugünlerde Maltepe’nin batısı ile Kartal arasında sınır görevini görmeye devam ediyor. Aslında bu bölge değerlendirilerek tarihi hikayelerin anlatıldığı kültürel bir alan olabilirdi. Bu çayır bugünlerde Dragos tepesinin yanından geçerek denize dökülen küçük bir su olarak duruyor ama dediğim gibi bu durum benim değerlendireceğim önemli bir fırsat olabilir. Türkler ve Bizanslılar arasında ilk temas, ilk sınır bu bölgede yer alırken 1400 yılında Osmanlı imparatorluğu tarafından fetih edildim ve artık bu yönetimin altına geçmiş oldum. Yani İstanbul’un Anadolu bölgesindeki diğer ilçeler gibi ben de İstanbul fetih edilmeden önce Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyeti altına alınmış oldum.

Yaklaşık 500 yıl benim bölgeme çok da yatırım yapılmamıştı. Çok eskiden bir limanım vardı ama o liman da daha Osmanlı beni hakimiyeti altına almadan kaybetmiş olmuştum. Yani çok zaman önceden Bizans beni gözden çıkarmış ve yatırım yapmamıştı. 1857 yılında benim bölgemde yapılan ilk kayda değer çalışma gerçekleştirilmiş ve kapsamlı bir vapur iskelesine sahip olmuştum. Marka şehir olmanın en önemli unsurlarından biri de ulaşım gücünün yüksek olmasıydı. Vapur iskelesi benim deniz yoluyla ulaşımımı güçlendirmişti ama hala büyümeme gelişmeme yetmemişti bu durum. Yaklaşık 20 yıl daha küçük bir yaşam alanı olarak varlığımı sürdürdüm. Osmanlı hükümetinin İstanbul’u markalama çalışmasından bende nasibimi almıştım ve 1873 yılında Haydarpaşa – Pendik banliyö hattı açılmıştı. Artık İstanbul yönetimi tarafından daha değerli bir bölge olarak anılmaya başladım ve 1908 yılında İstanbul sancağı altına alındım. Bu tarihten sonra bağımsız bir ilçe olmayı başardım. İstanbul’un birçok ilçesine göre bağımsızlığımı erkenden ilan ettiğim söylenebilir. İstanbul yönetiminin altına alındığım andan itibaren benim bölgemde önemli bir sanayileşme süreci de başlamış oldu. Sanayileşmeyle birlikte artık insanların da yaşayabileceği altyapı imkanlarına sahip olmaya başladım ve bölgemde nüfus artışıyla birlikte üretimin de artması dikkat çekmeyi başardı. Bugünlerde bile bu sanayi bölgesi konumlandırmamı taşıyorum. Halen İstanbul’un en önde gelen ticaret ve sanayi bölgelerinden biriyim. Doğal imkanlarım da bir o kadar verimli durumda aslında. Çok verimli topraklara ve yeraltı sularına sahip olmam da insanların bu bölgede yaşamak için tercih sebepleri arasında yer almaktadır. Bu altyapımda var olan doğal sularımı turistik bir değer olarak kullanabilirdim. Bununla birlikte benim en değerli bölgelerimden bir diğeri de Yakacık bölgesidir. Bu bölge konumlandırmasını İstanbul’un balkonu olarak oluşturmuş durumda, aynı zamanda İstanbul içerisinde ufak bir cennet sunan bir tabiata sahip. Bu özeliklerimden maalesef bölgeme yakın olan insanlar dışında çoğu insan faydalanamıyor. Belki de hala birçok insan benim bu güzelliklerimden bihaber durumda.

Benim bölgem her dönem göç alan bölgelerin başında gelmektedir. Bu durum da oldukça fazla kültürel çeşitlilik ortaya koymaktadır. Her ne kadar çok fazla kültürün bir arada olması yönetim açısından zorluklar barındırıyor olsa da, benim bu durumu fırsata çevirmem için birçok çalışma yapmam gerekiyordu. Bu bağlamda, mevcut kültür merkezlerinin değerlendirilmesi, yeni kültür merkezleri yapılması, mevcut merkezlerdeki faaliyetlerin çeşitlendirilerek arttırılması, katılımın sağlanması ve benim bölgeme olan marka aidiyet ve bilinç seviyesinin yükseltilmesi temel stratejilerim arasında yer almaktadır. Marka şehir çalışmaları çerçevesinde ulusal ve uluslararası sosyo-kültürel etkinliklerde yer almaya özen gösteriyorum. Bu etkinlikleri bölgemde taşıyarak, farklı platformlarda varlığımı göstermeyi hedefliyorum. Bölgemde yaşayan insanların sosyo-kültürel ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılayabilmek amacıyla düzenlenen ve yıl boyunca periyodik olarak devam eden kültürel, sanatsal, eğitsel ve sportif etkinlikler aracılığıyla rakip ilçelerle yarışabilecek bir standarda ulaştırılmak hedeflerim arasında yer almaktadır. Bu etkinlikler kapsamında her yaz düzenlenerek geleneksel hale gelen “Kültür-Sanat Festivali” ile kültürel alanda seminer, söyleşi, panel, konferans, sempozyum gibi etkinlikler, sanatsal alanda; konser, sinema, tiyatro gösterileri ve özellikle çocuklara yönelik düzenlenen eğitici, öğretici yarışmalar sayesinde marka şehir algısını bölgemde yaşayan herkese sunmaya çalışıyorum.

Ben Anadolu yakasında yer alan ve bu yakanın en büyük ilçesi olan, İstanbul’un en önemli sanayi ve ticaret merkezlerini de içinde barındıran bir marka ilçe olduğumu düşünüyorum. Ancak sadece bununla sınırlı kalmayarak beni ziyaret edecek insanların da gezebileceği birçok alana sahip durumdayım. Kartal Dragos Tepesi 107 metre yüksekliğe sahip bir tepe olarak ziyaretçilerime doğal bir cennet sunuyor. Tepenin tamamı yemyeşil ağaçlarla kaplı ve önü sonsuz denize uzanmaktadır. Mavi ile yeşili birleştiren Dragos tepesi bırakın sadece Kartal’ı tüm Türkiye’nin doğa harikaları arasında sayılabilir. Diğer güzel alanım da Aydos Ormanı sayılabilir. Anadolu yakasında yer alan ve güney kesimde kalan ormanların benim bölgemde olan uzantısının muhteşem sonucu olan Aydos ormanları benim kuzeyimde yer alır. Sadece semt sakinlerinin değil dışarıdan gelenlerin gerek huzur gerek spor amaçlı ziyaret ettikleri bu ormanlar içerisinde bir de gölet benim bölgemde yer almaktadır. Ayrıca yine doğa harikası olan ve aynı adı taşıyan Aydos Tepesi de benim sınırlarım içerisinde yer almaktadır. Ayrıca Adalar’a yakın olmamdan dolayı turizm açısından değerim artmış durumdadır. Bunlara ilave olarak, Taş Ocağı alanım, yat limanım ve şehir parkım ile birlikte balıklı gölüm değerlerim arasında yer almaktadır. Tüm bu imkanlara sahip olmama rağmen şehirleşme ile ilgili ciddi problemler yaşamaktayım. Hedefim en kısa zamanda şehirleşme durumunu toparlamak ve daha çok teknolojiyi kullanarak markalama çalışmalarıma devam etmek olmalıdır.