SULTANBEYLİĞİ

İstanbul Anadolu yakasındaki birçok bölge gibi benim de varlığım Roma ve Bizans İmparatorluğu döneminde yaşam yeri olarak tercih edilmemle başladı. Roma ve Bizans’ın şehir yönetim anlayışı birbirinin aynı durumundaydı. O dönemlerde çok da tercih edilir bir bölge olmamıştım. Komşu bölgelerime yazlık saraylar, köşkler inşa edilmemişti. Çok fazla tarihi yapıya ev sahipliği yapmamama rağmen bölgemde bir kalenin varlığı beni diğer bölgelere göre daha yaşanabilir yapıyordu. Kale ister istemez Bizans İmparatorluğu askerleri tarafından korunuyor bu koruma sayesinde de halka güven veren bir bölge algısı oluşturuluyordu. Birçok tarihi olaya da şahitlik etmiş oldum. En önemli tarihi olaylarım da 1328 yılında Orhan Gazi’nin talimatıyla bölgem Abdurrahman Gazi komutasındaki ordu tarafından fetih edilmemle başladı. Benim bölgemin fetih edilmesinden sonra, Bizanslılar tarafından benim bölgeme vali düzeyinde atanan ve bölgemde Hristiyan beyliği unvanına sahip olan ve taç taşıyan özelliğe sahip olan yöneticinin kızı ile Abdurrahman gazi evlenmiştir. Bu yönetici Aydos kalesinden sorumluydu. Evlilik de siyasi olarak çok önemli bir rol oynamıştı. Artık Müslümanlar ve Hristiyanlar bir arada dostça yaşayabiliyor ve ibadetlerini devam ettiriyorlardı. Kültürel ve sosyolojik anlamda Rumların ve Türklerin üzerinde kalıcı izler bırakan bir evliliğe şahitlik ediyor olmam benim bölgemde başlı başına bir markalama hikayesinin oluşumunu taşıyordu. Maalesef ne bu hikayeyi ne de kaleyi bugünlere kadar taşıyabildim. Geriye sadece bu kalede kalıntılar kalırken, kale kalıntılarının yanı sıra yaşanan bu hikayeler, evlilikler ve diğer değerlerim de yok oldu. Bu hikayenin canlandırılması, insanlara kapılarını açan bir kalenin inşa edilmesi eminim benim markalamamda önemli rol oynayacaktır.

II. Abdülhamid Denizcilik Bakanı olan Hasan Hüsnü Paşa için benim bölgemde yer alan çiftliği üstün başarılarından dolayı restore etmiş ve kendisine vermiştir. Bir amiralin benim bölgemde çiftliğinin olması demek benim markalaşmam için çok önemliydi. Zaten ilk olarak benim bulunduğum bölgeye “Sultan Beyi Çiftliği” denilmeye başlamış ve zaman içerisinde Sultanbeyliği marka ismine sahip olmuştum. Bu çiftliğe önem veriyordum çünkü bakanlık görevinde olan amiralin misafirleri, onu ziyarete gelen insanlar veya devlet işlerinin bazılarının benim bölgemde gerçekleşmesi bu sayede hayat bulmuştu. Yani benim bölgemin asıl sahibi Amiral Hasan Hüsnü Paşa olmuştu artık. Hasan Paşa haritacılık ile yakından ilgilenirdi ve benim bölgemi de çizdiği haritalar arasında oluşturmuştu. 1910 yılında bu haritanın da ortaya çıkması o dönemdeki insanların da bu durumu kabullenmesine sebep olmuştu. Ancak bu haritanın çıktığı dönemlerde Hasan Paşa’nın çiftliğinin bulunduğu bölgede Amiral Hasan Hüsnü Paşa Müzesinin inşa edilmesi, onun başarıları, haritaları ve çiftliğinde yaşam alanları ziyaretçilere sunuluyor olsaydı, şuanda köklü ve önemli bir bölge olmayı başarabilirdim. Ancak o dönemlerde çok da bu konularla ilgilenilmedi. Hiçbir şey için hiçbir zaman geç değildir. Eğer bugünden itibaren böyle bir çalışmayı hayata geçirirsem eminim kültür, tarih ve müzecilik anlamında çok ciddi bir markalama gücüne sahip olabilirim. Hasan Hüsnü Paşa 1922 yılında hayatını kaybetti ve sonrasında arazilerin tapuları da Frans Flipos isimli bir Yahudi vatandaşın eline geçirildi. Ticarete önem veren Flipos arsayı parsellere ayırarak satışına başladı. Bölgemi parsellere ayırıp satışını yapan Flipos hükümetin dikkatini çekmişti. 1945 yılında Bulgaristan’dan gelen göçmenler için benim bölgemde yaşam alanları oluşturulmuş ve bu insanların burada yaşanmasına izin verilmiştir. Göçmen vatandaşlar için oldukça önemli bir bölge olmuştum. Birçok farklı kültüre, geleneğe şahitlik ediyordum ve deneyim kazanıyordum. Bugünlere kadar bu kültürel zenginlikleri taşımayı başardım ancak hala bu zenginlikleri marka değerimi güçlendirmek için kullanamıyorum.

Benim yakınlarımda büyük bir orman bulunmakta ve nüfus artışından sonra benim bölgem insanların kullanımı için yetersiz olmaya başlamıştı. Bu yetersizliğin neticesinde 1957 yılında orman arazisi içerisinden 18000 dönüm arazi benim bölgeme dahil edilmişti. Yani bu kadar kapsamlı bir orman arazisinin benim bölgemde olması benim için büyük bir fırsat olabilirdi. Betonlaşan İstanbul ilinin içerisinde ormana sahip olan yeşil bir bölge konumlandırmasını yapma imkanım vardı. Maalesef bu imkanı hala iyi değerlendiremiyorum. Yeşil alanlarım her geçen gün biraz daha betona dönüyor ve her gün biraz daha doğal yapımdan uzaklaşıyorum. Bu ormanlık bölgenin de benim yönetimim altına girmesiyle artık köy statüsüne taşınmıştım. Sonrasında belde ve ilçe konumuna yükseldim. Tabii belde ve sonrasında ilçe olmak çok önemlidir ancak ulaşım, eğitim, sağlık, güvenlik ve altyapı imkanlarına sahip olmadan bir bölgenin ilçe olması mümkün değildi. Ben bütün bu özeliklere sahip oldum ve yönettiğim bölgeyi 15 farklı mahalleye ayırarak yönetim anlayışını da oluşturdum. Şuanda kültür merkezi olan, kütüphanesi olan, ulaşım altyapısına sahip olan bir bölge olarak varlık gösteriyorum ancak markalaşma adına profesyonel bir stratejiye sahip olmamam benim eksikliğimi de gün yüzüne çıkarıyor. En kısa zamanda bu eksiğimi gidererek kısa ve uzun vadeli bir şehir markalaşması stratejisine sahip olmayı umut ediyorum.