SULTANGAZİ
Merhaba ben İstanbul’un resmi olarak bağımsızlığını ilan eden en yeni ilçelerinden biri olan Sultangazi. Binlerce insanın benim bölgemde yaşıyor olması, İstanbul ile bağlantı yollarımın olması ve benim gibi bir bölgeye ihtiyaç duyulmasına rağmen bir marka ilçe olmayı başardığımı söyleyemeyeceğim. Marka ismim bile öylesine koyulmuş bir isim olarak varlığını oluşturuyor. Benim bölgem Gaziosmanpaşa’dan ayrılan birçok mahalle ile Eyüpsultan’dan ayrılan birkaç mahallenin bir araya gelmesiyle oluşturuldu. Bu iki ilçenin marka isimlerinin bir araya getirilmesiyle bana “Sultangazi” adı verildi. Oysa yeni bir ilçe olmam şehir yöneticileri için oldukça önemli bir imkan oluşturuyordu. Benim ilçe olarak ilan edilmem 2008 yılında belirlendi. Bu tarih çerçevesinde birazcık göz gezdirmeyle bile bir ilçenin markalaşmasında marka ismin ne kadar önemli olduğu bariz bir şekilde kendini gösterirdi. Marka isminin oluşumu bir süreç ve içinde bir hikaye barındırmalıydı ki diğer markalardan ayrılan bir marka kimliğine sahip olabilmeliydim. Maalesef bir ismim olsun diye sağdan soldan toplanan kelimelerle marka ismim oluşturuldu. Bu rasgele şehirleşme beni gün geçtikçe daha da olumsuz şekilde ilerlememi sağladı. Özelikle ilçem ilan edildikten sonra başlayan çarpık kentleşme ve bir markalama stratejim olmamasından dolayı bu bölgedeki yaşam kalitesinin çok düşük olması kaçınılmaz bir durum oldu. Haliyle yaşam standartlarının düşük olduğu bir ilçede gelir seviyesi düşük bir halkı ağırlamak zorunda kaldım. Otomatikman ilk zamanlarda eğitim ve kültür açısından da çok faydalı bir gelişim sağlayamadım ve marka konumlandırmamı problemlerin, sorunların ve siyasal olayların yaşandığı bir bölge üzerine kurmuş oldum.
Oysa benim bulunduğum bölgenin geçmişi Osmanlı’dan önceki dönemlere kadar dayanmaktadır. Ama kesin olarak varlığımı Osmanlı ile birlikte oluşturmuş olmuştum. Osmanlı döneminde şehir merkezi için önemli bir görevim vardı. İstanbul’a giden suyollarının çoğu benim bölgemden geçiyordu. Su yoluna hakim olmanın birçok avantajını da beraberinde yaşamaya başlamıştım. O tarihler itibarıyla insanların yaşam için tercih ettiği bölgelerden biriydim, yani su çevresinde hayat olmasının en güzel yanlarını yaşamış olmuştum. Osmanlı’dan önce benim bölgemde bulunan Halkalı köy ve Cebeci köy kaynaklarından İstanbul merkezine taşınıyordu. Bunun yanı sıra Belgrat ormanlarından gelen yüzeysel suların da bir bölümü Istıranca Dağları’ndan geldiği için İmparator Kostantinus döneminde benim bölgemden de geçen bir su altyapısı inşa edilmişti. Şehirleşmenin en önemli unsurlarından altyapı imkanlarına Osmanlı’dan önce sahip durumdaydım. Bu gibi bir değere sahip olmak, benim gelecekten çok daha köklü bir şehir konumlandırmasına sahip olacağım umudunu yaşatmamı düşündürtmüştü. Tek ihtiyacım olan güçlü bir marka şehir stratejisiydi. Sonrasında da su kemerlerinin inşa edilmesi benim değerime değer katacaktı. Tarihi zenginliği olan bir bölgenin gücüne de sahip olmuştum.
İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fetih edilmesinden hemen sonra başlayan şehir markalaşması çalışmalarından ben de nasibimi almıştım. Su her zaman şehirleşmenin olmazsa olmaz unsurları arasında önemini korumuştur. Bunun farkında olan Fatih Sultan Mehmet yönetimi suyollarına ağırlık vermeye başladı ve İstanbul için hayati bir önem taşımaya başladım. Savaş sırasında zarar gören su kemerleri yeniden inşa edildi. Osmanlı inşası ile yapılan bu kemerlerin kalıntılarını bugünlere kadar taşıması bir tesadüf değildi. Çünkü Osmanlı su kemeri çalışmalarına çok önem vermişti. Bu suyollarının güçlenmesi ve alternatifleri de o dönemde oluştu. Halkalı ve Kırçeşme suyolları da bu suyollarına ilave edildi. Marka konumlandırmam suyun geldiği vadi olarak oluşturulmuştu. Benim bulunduğum bölgenin önemi artmıştı. Sonradan gelen hükümetler de benim bölgeme önem vermeye devam ettiler hatta II. Beyazıt kendi adına benim bölgemde bir suyolu projesini başlatmış ve kendi yönetimi altında değerime değer katmıştı. Bu suyolu Çiçoz kubbesinden önce tünele girer ve daha sonra da sırasıyla Edirnekapı, Fatih Camii avlusu, Bozdoğan kemeri ve daha sonra da Bayezid meydanına kadar ulaşır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul’un nüfusunun hızlı artması sebebiyle, su sıkıntısına en önemli çözüm yollarından biri olmuştum. Sonrasında Kanuni de bu su ihtiyaçları için ekstra yapılar inşa eder ve Mimar Sinan’a Belgrat ormanından İstanbul merkeze su taşınsın diye daha güçlü bir su kemeri yaptırmanın görevini vermiştir.
Sultanların önem verdiği bölgem haliyle halk tarafından da dikkat çeken bir konuma taşınmıştı. İnsanların yaşamak için tercih ettiği bir bölge olmayı başarmıştım. Birçok suyolu köyü benim bölgemde varlık gösterdi. Bu köylerin kurulması da merkezi hükümet tarafından teşviklerle oluşturulmuştu. Su yollarının korunması, tamiratı hizmetleri karşısında insanların burada yaşama imkanları sağlanıyordu. Ayrıca bu hizmeti gören insanların merkezi hükümete ödenecek vergilerden muaf olması sağlanıyordu. Bir bölgenin markalaşması için oraya yapılan yatırımlar, oranın coğrafi yapı özeliklerinin yanı sıra o bölgede yaşamın olması ve yaşayan insanların yaşam kalitesinin de önemli olduğu Osmanlı hükümetleri tarafından bilinmekteydi. Bu imkanları duyan insanların benim bölgeme göç etmesi ve buraya yerleşmesi artış gösterdi. Çeşitli köyler ve çiftlikler de benim bölgemde inşa edildi. Genelde benim bölgeme göç eden insanlar Hristiyan dinine mensup insanlardan oluşmaktaydı. Her dinin özgürce yaşanabileceği Osmanlı hükümeti neredeyse her köye ibadethaneler, kiliseler inşa ettirmişti. Maalesef bu eserleri bugünlere kadar taşıyamamanın utancını taşıyorum. Geride bıraktığım tek eser Cebeci köyünde bulunan kilise harabesi olarak varlık göstermektedir. Oysa tarihi yansıtacak bunca güzel imkanı hatırlatacak ve o günleri anacak hikayelerim olmasına rağmen bu durumları değerlendirebilen bir marka şehir olmayı başaramadım.
Sadece Hristiyanların yaşadığı bir bölge imajından Tanzimat sonrasında uzaklaşmaya başladım. Artık benim bölgede Müslüman nüfus da yaşamaya başlamıştı. Balkanlardan gelen göçler artmış ve bu balkanlardan gelen insanların İstanbul merkezinde, sur içinde yaşamaları zordu. Bu yüzden balkanlardan gelen Müslümanlar yaşamak için benim bölgemi tercih ettiler. Birden fazla kültürün aynı anda yaşadığı bir bölge olma tecrübesini de o dönemde yaşamış oldum. İstanbul – Edirne yolunun da benim bölgemden geçmesi ulaşım açısından daha tercih edilebilir bir bölge olmamı sağladı. Zamanla tolu ulaşıma da sahip olan bir bölge konumuna geldim. Marka değerim ulaşım ve altyapı imkanlarını sunan bir oluşumu sağlamaya başladı. Topkapı – Habipler tramvay ağının hayata geçmesiyle benim bölgemde bir belediye teşkilatı kuruldu ve o dönemlerden itibaren bağımsız bir ilçe olabileceğim değerlendirildi. Sonunda İstanbul sınırları içerisinde hiçbir ilçeye bağlı bir bölge olmadan kendi ilçe belediyeme sahip oldum. Son zamanlarda açılan Hoca Ahmet Yesevi Kültür Merkezimle bazı olumsuz algıları kırmış oldum. İlçe olmanın tüm sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmeme rağmen markalaşma çalışmalarımın çok zayıf olması beni rahatsız etmeye devam ediyor. Tarihte bana verilen değeri yeniden görmem için yeni bir maka şehir konumlandırmasına ihtiyacım var. Eskiden suları ulaştıran bir bölgeydim beki de ilerleyen dönemlerde “kültür şehri, teknoloji şehri” gibi konumlandırmalara sahip olarak varlığımı sürdüreceğim. Marka olmanın kolay olmadığını ama profesyonel bir stratejiyle bu durumun üstesinden gelebileceğimi de biliyorum. Her ne kadar bağımsızlığımı son birkaç on yılda ilan etmiş olsam da ben köklü tarihi olan ve birçok tecrübeyi yaşan bir bölge olduğumun da farkındayım.