ÜSKÜDAR

Merhaba, ben Antik dönemin Khrisopolis’i, Pers İmparatorluğunun Hrisopolis’i Roma İmparatorluğunun Scutari’si, Bizans İmparatorluğunun Skudarium’ı, Farslıların Askadar’ı, Evliya Çelebi’nin Eski Dar’ı ve Türklerin Üsküdar’ı. Yaşam alanı olarak ilk defa M.Ö. 7. yüzyılda Grek kolonisi olarak kurulmuştum. İlk olarak yaşam alanı kullanımım da bugünün Kadıköy sınırları arasında kalmaktadır. Büyük bölgelerin yönetimi zor olduğu için benim bölgemdeki bazı topraklar da civar bölgelere dağıtılmış ve o bölgelerin de yönetimi bağımsızlaştırılmıştı. İlk yaşam alanımı da Kadıköy sınırlarına bırakmamın sebebi de bu olmuştu. İlk zamanlarda bana Khrisopolis deniliyordu. O dönemlerde çok da değerim bilinmiyordu ancak Pers İmparatorluğunun benim bölgeme gelmesinden sonra altın çağımı yaşamaya başlamıştım ki zaten Persliler de bana “Altın Şehir” anlamına gelen Hrisopolis adını vermişlerdi. İşte o tarihlerden itibaren dünyada önemini ilan eden ve bugünlere kadar taşıyan marka bölgelerden biri olmuştum. Persliler benim bölgeme geldikten sonra hakimiyetini sürdürdükleri bölgelerden topladıkları vergileri de benim bölgemde saklamaya başlamışlardı. Hem bu olaylar hem de Agamemnon’un oğlu Krizes kaçarak benim bölgeme kadar gelmeyi başarmış ve burada hayatını kaybetmişti. Bu durumlar benim marka kimliğimi yavaş yavaş oluşturmaya başlamıştı. Bölgemde yaşananlar efsaneler oluşturuyor efsaneler de beraberinde markalama sürecini var ediyordu. Yaşam alanları inşa edilmiş ve Boğazın karşısından inşa edilen bu evler gün batımında parıldıyordu. Bu parıldamanın, altınların benim bölgemde saklanmasının ve Agamemnon’un oğlunun adının Altın anlamına geliyor olması benim tüm dünyada “Altın Şehir” olarak anılmamı oluşturmuştu. Bu marka ismini uzunca bir süre kullandım ve konumlandırmam ile marka ismim arasında kurduğum bağ oldukça dikkat çekti. Dünyanın ileri gelen İmparatorluklarının gözde bölgelerinde olmayı başarmıştım. Yüzyıllar öncesinde oluşturduğum cazibe merkezimle dikkatleri üzerime çekmiştim. Pek çok farklı ülkeden, farklı imparatorluklardan ziyaretçiler, eğlenmek, ticaret yapmak ve genel kültür rotaları arasında beni en ön sıralara alır olmuşlardı. Farsça dilinde “Ulak” anlamına gelen Eskudari ve Askadar marka yenilemesi döneminde karşıma çıkan yeni marka ismim olmuştu. Eskudari ismi zaman içerisinde türkçeleştirilerek Üsküdar olmuştu.

Sayısız uygarlığa ve kültüre ev sahipliği yapmamın başında birçok farklı imparatorluğun benim bölgemi kontrolü altına alması yatmaktadır. Pers Kralı Darius benim bölgemi ele geçirdiğinde savunmasız bir bölgeydim. Bu savunmasızlığım da diğer ordular için kuşatılacak cazibeli bir yer olduğum mesajını gönderiyordu. Çok zaman geçmeden Atinalı Alkibiades benim bölgemi ele geçirmiş Perslilerden sonra Yunanlıların hakimiyeti altına alınmıştım. Bölgem çok değerliydi, Perslilerin yaptığı hataya düşmeyerek Alkibiades benim bölgemi surlarla kaplatmış adeta bir kale şehri haline getirmişti. Deniz yoluyla Marmara’dan Karadeniz’e geçişte en kritik yerlerden biri olmuştum. Bu kale şehir tüm gemiler için tehdit yaratıyordu. Bir bölgenin konumun stratejik olarak kullanılmasını ve elindeki değerlerin marka kavramına dönüştürmesinin önemini de o dönemde öğrenmiş oldum. Komutan Aklibiades tüm imkanlarımı iyi değerlendirmiş ve Boğaz’dan geçen gemileri taşıdıkları malların değeri oranında vergiye bağlamıştı. O tarihten itibaren kazanç sağlayan bir bölge olmuştum. Tüm İmparatorluklar kazanç sağlayan bu bölgeye sahip olmak için çeşitli planlarlar, stratejiler hayata geçirmeye başlamışlardı bile. Marka değeri olan, bölgeme sahip olmanın Boğaza sahip olduğu bir yeri kim ele geçirmek istemezdi ki. Bu bölgem sonrasında Büyük İskender tarafından kuşatılmıştı. Büyük İskender benim bölgemi ve Boğazları yönetirken pek çok defa Arap uygarlıklar beni kendi hakimiyeti altına alıp kaybetmiştir. Haliyle o dönemlerde cazibe merkezi olmak o kadar da kolay değildi. Her güçlenen beni kendi yönetimine bağlamaya çalışırken, değer kazanmak yerine değer kaybediyor, savaşlar benim bölgemdeki insanların güvenliği tehdit ediyordu. İstanbul’u kuşatmaya gelen orduların da denizden ve karadan ilk karşılaştıkları ve ilk saldırıya geçtiği bölge benim bölgem olmuştu. Kale şehir olmamdan dolayı gücümü ve güvenliğimi hep en üst seviyede tutmuştum ta ki Türklerin de ilgi alanına girene kadar. Türkler Anadolu’ya kadar gelmiş ve artık İstanbul’u da kendi topraklarına almak istiyorlardı. Danişmendlilerden Turasan Bey benim bölgemin içerisinde kalemin yanında bir kale yaptırması benim için büyük bir tehdit oluşturmuştu. Bizans yönetimi altında olan topraklarım bu kaleyi tehdit olarak gördüğü için pek çok kez kaleye saldırılarda bulunmuş ve sonunda kalenin önünde Turasan Bey can vermişti. Bugünlerde ne bu durumu anlatan bir anıt var ne de kaleden eser var. Oysa bu şuanda yönetimi altında olduğum Türklerin kullanabileceği tarihi bir olay. Hem kalesiyle, hem hikayesiyle anılıp marka şehrin bir unsuru olabilirdi. Ben bir kale şehir konumlandırmasından küçük bir kasaba konumuna da Bizans döneminde düşmüş oldum. Bizanslılar bölgelerin markalaşmasına çok da önem vermiyorlardı. Ben zamanında imparatorlukların taç giydiği bir bölgeydim örneğin 963 yılında Nikeforos Fokas kendini benim bölgemde İmparator olarak ilan etmiş ve iktidarı ele geçirmişti. Haçlı orduları benim bölgemi ordugah olarak kullanıyor, hatta benim tepelik bölgelerimde askeri üsler inşa ediyorlardı. Tüm bu değerlerim Bizans döneminde yok olarak sıradan bir kasaba haline kadar düşmemi sağlamıştı.

Anlayacağınız Bizans dönemine kadar geldikten sonra marka değerimi oluşturacak hiçbir unsur kalmamıştı. Antik dönemden, imparatorlulardan ve yüzyıllarca Bizans yönetiminin hakimiyeti altında olmama rağmen Osmanlıya taşıdığım tek eser Kız Kulesi olmuştu. M.Ö. 5. yüzyılda Yunanlılar tarafından benim bölgemin sahil kısmına kurulmuştu. Kendi içerisinde bir tarihi ve pek çok efsaneye konu olan bu kule de benim marka değerimin en önemli unsurlar arasında hala varlığını sürdürmektedir. İlk zamanlarda deniz ticaretinin benim bölgemde yönetilmesinden dolayı bu bölge gümrük işlerinin kontrol noktası olarak kullanılıyordu. Bu fikir de markalaşma çalışmalarının ilk başladığı dönemde başlamıştı. Atinalı bir komutan bu bölgenin böyle kullanılmasının daha profesyonel ve daha güvenli olacağını düşünmüştü. Daha kule yokken ortada kayalık bir bölgenin bile bu denli verimli kullanıldığı bir şehir markası süreci yaşıyordum. Bu amaca hizmet ederek yüzyıllar boyunca bu amaç için kullanılan bu kayalık bölge Bizans döneminde bu kalenin üzerine bir kule dikilmesine karar verilir. İmparator Manuel’in bu kuleyi yaptırmasının iki farklı sebebi vardı. Biri kaya parçasının ilk günden beri kullanım amacına hizmet eden sebepti ki Boğazdan geçen ticari gemilerden vergi almaktı. Diğeri de Boğazı daha kolay yönetebilmekti. Sonrasında Bizans döneminde kule bir sürgün ve tecrit yeri olarak kullanılmaya başlamıştır. Bu sürgün yeri olarak kullanım şehirde yaşayan insanların çeşitli hikayeler ve efsaneler oluşturmasına sebep olmuştur. Hatta kulenin bir marka kimliği ve ismi bile o dönemlerde oluşmuştur. Farklı dönemlerde farklı efsanelerle kulenin de ismi değiştirilmiştir. Örneğin, Yunanlılar bu kuleye Damalis Kulesi adını vermişlerdi çünkü, Atina Kralı Hares’in çok güzel bir eşi vardı ve eşi salacak sahilini çok sevdiği için onun bu kuleye gömüldüğü zannediliyordu. Hatta Kraliçenin bir heykeli bile bu bölgede inşa edilmişti. O dönemden itibaren buraya “Kız Kulesi” denilmeye başlanıldı. Osmanlı döneminde de burası aynı amaçla kullanılmaya devam edildi. Sürgün edilen bazı insanlar bu bölgeye yerleştirildi. Osmanlı çok güçlüydü ve Boğazları kullanmak için bu kuleye ihtiyaç bile duymamışlardı. Gerekli savunma alanları Rumeli ve Anadolu Hisarı olarak varlığını sürdürüyordu zaten. Osmanlı şehirlerin ve bölgelerin markalaşmasına önem verdiği için bu güzel yere yeni bir kule yaptırmaya karar verir. Kısa bir dönem gümrük işlerinin kullanımı için varlığını sürdüren bu kule 1509 yılında İstanbul’un yaşadığı büyük çaplı depremde zarar görür. O dönemde Osmanlı bir bilim kurulu kurar ve bilim kurulunun başına da döneminin önemli mimarlarından meşhur mimar Hayrettin’i getirir. Hayrettin tüm tarihi eserleri yenilerken bu kuleyi de onarır. Sonrasında pek çok hizmet görevini üstelenen kule deniz feneri bile olmuştur. Şuanda ise bu kule bir şirket tarafından seyir mekanı ve restoran olarak kullanılmaktadır. Bu kadar tarihi olan, efsanelere konu olan İstanbul’un simgesi durumundaki yapının bir restoran tarafından işletiliyor olması benim marka değerim için çok acı bir durum. Oysa buranın kullanımıyla marka değerime değer katabileceğim o kadar güzel imkanlar varken ticari kaygı güderek kullanılması ne kötü.

Onca yıl imparatorlukları ağırlamama, kale şehir olarak varlık göstermeme rağmen Osmanlı’ya sadece bir kule bırakmak da benim diğer olumsuz özelliklerim arasında yer alıyor. Neyse ki artık Osmanlı ile buluşmuştum. Sultan Orhan 1352’de Venediklilere yenildiği için, kendisinden yardım isteyen Ceneviz donanmasına destek amacıyla Kadıköy ve Üsküdar’a süvari kuvveti göndermiş, böylece Boğaz’ın bu kilit noktalarına yerleşerek bir anlamda İstanbul’un fethinden 101 yıl önce Kadıköy ve Üsküdar’ı ele geçirmişti. I.Bayezid döneminde bulunan Müslümanların davalarına bir Müslüman Kadı’nın bakması karara bağlanmış, böylece Türklerin egemenliği altında bulunan bölgemde de bir kadı görevlendirilmiştir. Şehir yöneticisiyle de ilk defa bu dönemde tanışmıştım. Yıldırım Bayezid’in ölümünden sonra yaşanan Fetret Devri’nde Bitinya’daki yerler kaybedilince Türkler benim bölgemden uzaklaştırılmışsa da, I.Mehmed tahta geçtikten sonra bu yerleri Bizanslılardan geri almış, böylece Türkler bölgedeki eski ticaret serbestliğine yeniden kavuşmuşlardır. İstanbul’un fethinden sonra II.Mehmed, Üsküdar’dan kaçan Rumların yerine Anadolu’dan gelen Türkleri yerleştirmişti. Markalama stratejilerinden vazgeçmeden devam ediyorlardı.

II. Mehmet döneminde İstanbul’un bölgelerinin yönetimi açısından 4 kadılığa ayrılmasıyla benim bölgem de bir kadılık olmuş ve Galata ile Haslar kadılıklarıyla birlikte “Bilad-ı Selase” adı verilen üçlüyü oluşturmuştuk. Yani İstanbul şehrinin en önemli bölgeleri olarak bir yönetim kurulu olmuştuk. 1471’de Vezir Rum Üsküdar Mehmed Paşa tarafından yaptırılan ve Paşa’nın adını taşıyan Tabhaneli Cami ve Türbe ile, günümüze ulaşamamış olan medrese ve hamam, Üsküdar’daki en eski Osmanlı yapılarındandır. Bu eserler günümüze ulaşmamasına rağmen teknolojinin gelişmesi ve markalaşmanın öneminin artmasıyla yeniden hayata geçirilebileceği gündeme bile gelmiyor. Bu konuların gündeme gelmesi bile değerime değer katacak unsurlardır aslında. Benim bölgemin Osmanlı dönemindeki önemli bir özelliği de, her yıl Mekke ve Medine’ye gidecek hacı adaylarının oluşturduğu Surre-i Hümayun’un törenlerle buradan uğurlanmasıdır. Hacı adaylarını ve sultanın Mekke Şerifine gönderdiği armağanları taşıyan develerin oluşturduğu uzun konvoyun yola çıkması öncesinde düzenlenen törenler, benim bölgemi cazibe merkezi haline getirmişti. Bir yandan da bulunduğum bölge, yaşam yolculuğunun sona ermesiyle ilgili izlerle yüklüdür. Gerçekten de, daha 14. yüzyılda oluşmaya başlayan ve fetih sonrasında tümüyle Müslüman kabristanı haline gelen Karacaahmed Mezarlığı buradadır. Mezarlığa adını veren Bektaşi büyüğü Karaca Ahmed’in yanısıra, pek çok tarikat şeyhi, Üsküdar’da tekke kurmuştur.

Osmanlı’nın en önemli yazlık saraylarından olan Beylerbeyi sarayı yüzyıllar boyunca padişahların dinlenme ve tatil yaptıkları saray olmuştur. Genellikle farklı ülkelerden gelen devlet başkanları bu sarayda ağırlanırdı çünkü bu saray İstanbul’un tüm ihtişamını, güzelliklerini ve gelişimini simgeleyen aynı zamanda gösteren en önemli yapılardan biriydi. Sultan Abdülaziz’in isteği üzerine inşa edilmiş bu sarayda II. Abdülhamid oldukça fazla zaman geçirirdi. II. Abdülhamid döneminde popüler olan saray hala benim bölgemde ve ziyaretçilerine kapılarını açık tutmaya devam ediyor. Osmanlı geleneğinin ve havasının yaşadığı bölgemde Aziz Mahmut Hüdayi camii, Kız Kulesi, Beylerbeyi Sarayı, Kuleli Askeri Lisesi, Selimiye Kışlası ve tarihi hamamları benim en önemli tarihi unsurlarımın başında gelmektedir. Özellikle şehrin merkezlerinden biri olduğum için ulaşım açısından hem deniz, hem kara, hem de demir yollarımla çok güçlü bir konumdayım. Zaman zaman altyapı sorunları yaşasam bile altyapımın da güçlü olması birçok insanın benim bölgemde yaşamasını sağlamaktadır. Maalesef ben de İstanbul Anadolu yakasındaki birçok farklı ilçe gibi profesyonel olarak yönetilmediğimi düşünüyorum. Saraylarım, köşklerim, önemli yapılarım ve Boğaza kıyım olmasına rağmen kıyılarım dahil olmak üzere neredeyse hiçbir değerim tam olarak değerlendirilemiyor. Betonlaşmadan nasibini alan ilçelerden biri olarak yakındığım da ortada. Profesyonel bir şehir markası stratejisi belirleyerek yeniden markalamam gerektiğini düşünüyorum. Dünyadaki çok az ilçenin sahip olacağı bu değerlerimi kullanarak rakip ilçelerin ve bölgelerimin önüne geçmeyi hak ediyorum.