ZEYTİNBURNU

Benim ilk yerleşim yeri olarak kullanılmaya başlamam İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fetih edilmesiyle başladı. İstanbul şehri ciddi bir markalama çalışması altına alındı. Yaşanabilecek her bölge planlandı ve her bölgenin kendine özgü bir marka konumlandırması oluşturulmaya başlandı. Fatih Sultan Mehmet sur içinin İstanbul’a yetersiz geleceğini daha burayı fetih etmeden biliyordu ve buna göre planını gerçekleştirmişti. Benim bulduğum bölge denize kıyısı olan ve coğrafi olarak bir burun gibi gözüken bir bölgeydi. Osmanlı’dan önce burası zeytin tarlalarının olduğu ve Bizans’ın zeytinlik olarak kullandığı bir bölgeydi. Marka ismim de o zaman oluşturulmuş ve bana Zeytinburnu adı verilmişti. “Kudüslü Papazlar” denilen bir grup insanın da benim bölgemde yaşamasıyla hayat buldum. Şuanda Kazlıçeşme olarak bilinen bölgemde bu insanların yaşaması sağlandı. Buraya da “Kazlıçeşme” deniliyordu çünkü; bu bölgede bir kaz, otlandığı sırada yeri eşelemiş ve burada bir su kaynağı ortaya çıkmış. Bölgemde yaşayan insanlar da bu su kaynağını geliştirmiş bir çeşme inşa etmiştir. Bu çeşmenin üzerine de suyu keşfeden kazın simgesi çizilmiş ve tarihi bir eser olarak bugüne kadar taşınmıştır. Maalesef şehirleşmenin gelişmesinden ve tarihe yeterince önem verilmemesinden dolayı yolun ortasında kalan kazlıçeşmem öyle atıl şekilde durmaktadır ve hala çeşmesinden su akmaya devam etmektedir.

Marka kimliğimin oluşmasında büyük rol oynayan Kudüslü Papazların benim bölgemde yaşamaya başlaması da kendi içerisinde bir hikaye barındırıyor aslında. Osmanlı İstanbul’u fetih ettikten sonra şehre yerleşen Osmanlılar ve Rumlar arasında bazı anlaşmazlıklar meydana gelmiş. Bu anlaşmazlıkların sonucunda Kudüslü Papazların bir kısmı benim bölgemi yerleşim yeri olarak tercih etmişler ve sur içinden uzaklaşmışlardır. Benim bölgeme gelen papazların sur içinde kalan papazlara göre daha dindar ve daha katı oldukları dikkat çekmekteydi. Çünkü bu papazlar sur içinde birlikte yaşadıkları diğer papazların bazılarının Hristiyan dininin kurallarının çiğnenmesine göz yumduklarını düşünüyorlardı. Bu durumu kabullenemeyen aşırı dindar papazların o dönemde zeytinlik olan bölgeme göç ettikleri bilinmektedir. Bu göç ile markalaşmam da gelişmeye başladı. Doğal olarak insanların yaşamlarını sürdürmeleri için şehir merkeziyle bağlantı kurmaları gerekiyordu. Aynı zamanda geçimlerini sağlamak için ticari faaliyet alanları oluşturmaları ve hayatın bir parçası olmaları gerekiyordu. Bunların yanı sıra, din adamlarının benim bölgemde yaşamaya başlaması insanların bu bölgeye ziyaret amaçlı gelmelerini ve bölgemde bir hareketlilik olmasını sağlamıştı. Zaman içerisinde papazlar birçok tarım ürünü, zeytin ve yemişler yetiştirmesiyle birlikte samimi ve dikkat çeken bir bölge haline geldim. Zaman içerisinde Kudüslü papazlar resmi olarak benim bölgemin çoğuna sahip olmuşlardı ve burada “Kudüslü Şerif Çiftliği” kurulmuştu. Bu çiftlik benim bölgemin büyük bir kısmını oluşturan kendi içerisinde bir dünya yaşatıyordu. Ancak sonradan anlaşıldı ki aslında bu bölge Türklere ait bir bölgeymiş ve onlardan izinsiz olarak bu çiftlik burada kurulmuş. Tüm bu topraklar II. Beyazıt döneminde Vakıflar Yönetimine devredildi. Kudüslü papazlar benim bölgemi geliştiren, marka değerimi oluşturan ve birçok renge bürünmüş güzel bir yer haline getirdi. Ancak topraklarının elinden alınması yüzünden belli bir dönem ihmal edildim.

Zaman içerisinde yeniden toparlandım ve hükümetin benim bölgemde zeytinlikleri kurmasıyla birlikte gezinti yerleri olarak tercih edildim. İstanbul merkezinde yaşayan insanların bile hayatına etkide bulunan bir bölge olmaya başladım. İstanbul merkezinin kıyısında yer alan, eğlence alanlarına sahip, dinlenme imkanı sunan, gezinme yerleri olarak uzunca yıllar hizmet veren bir cazibe merkezi olarak kullanıyordum. Eskiden Kazlıçeşme ve Bakırköy arasında yer alan ve İstanbul’un en gözde gezinti yerlerinden birine sahiptim. Bu gezinti alanımın bile kendi içerisinde bir markalama çalışması bulunmaktaydı ve tüm İstanbullular benim bu bölgemi “ İskender Çelebi” olarak biliyordu. Çok güzel bahçeler, bahçelerinin içinde köşkler, köşklerin çevresinde adeta deniz ile iç içe olan yalılar bulunmaktaydı. O kadar popüler bir hal almıştım ki bu bölgem sayesinde, Osmanlının önde gelenlerinin, paşalarının hatta padişahlarının yaşadığı bir bölge haline gelmiştim. Maalesef bütün bu değerlerimi bugünlere kadar taşımayı başaramadım. Çarpık kentleşme ve hızlı nüfus artışı yüzünden benim bağlarım bahçelerim hep ziyan edildi. Her yerde bilinçsizce büyüyen taş yığınları bir araya gelerek binaları oluşturdu. Bahçelerden, köşklerden ve yalılardan İstanbul’un arka mahalleleri arasına kadar getirilerek katledildim.

Neyse ki geçmişte dericiliğin başlaması önemli bir konuma gelmişti ve koruyabildiğim değerler arasında neredeyse sadece dericilik kaldı. Şuanda tüm dünyaya deriyi pazarlayan kendi içerisinde deri dünyası olan bir mahalleye sahip durumdayım. Deri ticaretinin en önde gelen bölgelerinden birini ağırlıyorum. Bu sayede birçok farklı kültürden insanı da ağırlama şansı buluyorum.  Dericilik sanayisinin en önemli merkezlerinden biri durumundayım. Bu da benim marka itibarımı ve imajımı oldukça önemli seviyelere çeken bir değer olarak varlığını korumaktadır. Türkiye’de dericilik sanayisini 150 yıl önce Kazlıçeşme bölgesinde başlattım. O dönemlerde benim merkezimin dışında kalan boş bir bölgeydi burası. Benim bu bölgemde Dericilik sanayi, deniz kıyısında, suyu, güneşi kısaca kendisine gerekli tüm olanakları sağlayabileceği bir ortam bulmuştu. Bu ortamda dericilik gelişirken çevreye yerleşenlerin sayısı da her geçen gün biraz daha çoğalıyordu. Dericilik sanayini, dokuma sanayi izledi. 1927 yılında Bezmen’ler Kazlıçeşme’de dokuma sanayini kurunca çalışan işçiler çevreye yerleşmeye başladılar. Gecekondular yapılarak yerleşmenin başlamasıyla, 1946 yıllarında topraklarım insanla dolup taşmaya başladı. Gecekondular bir çığ gibi yayılıyordu. Yoksul insanlar her gece yüzlerce gecekondu yapıyor, böylece her geçen gün binlerce kişi bu yörenin insanları arasına katılıyordu. Böylece gecekondu yapımına göz yumulmuş oldu. Yapan, yıkan birbirine karıştı. Gecekondu alım-satımıyla uğraşan bir sürü aracı türedi. Yolsuz, okulsuz, düzensiz, plansız kocaman bir gecekondu kenti kapladı benim topraklarımdaydı. Bu gidiş kendisine özgü evrelerde 1966 yılına değin süregeldi. Toplumsal yasalar, yoksul halk yığınlarını yöneten doğa kuralları bildiğince işlendi. Marka kimliği yerle bir edilmişti. Bu duruma bir “dur” demek için  30 Temmuz 1966 tarihinde GECEKONDU KANUNU yürürlüğe girdi. Neyse ki katlediş artık durduruldu.

Bizans Surlarının, Erikli Baba Türbesinin, Yenikapı Mevlevihanesinin, Kazlıçeşmenin, Merkezefendi Camii Türbesi Ve Çilehanesinin, Dikilitaşnın, Derya-i Ali Baba Türbesi, Seyit Nizam Camii ve Türbesinin bugünlere kadar taşınmasını sağlamayı başardım. Ancak hala marka değerim yeteri kadar bilinmemekte. Sahil boyunca yapılan koca koca binalar sadece daha fazla gelir elde etmek için görünen bir algı yaratıyor. Gecekondu yapılarından, kocaman lüks binalara ve sitelere yerini bırakan bu bölgemin geçmişte yaşadığı kötü tecrübelerden hiç de esinlenmediği görünmekte. Oysa coğrafi olarak çok güzel bir yapıya sahip durumdayım. Osmanlı döneminde kullanıldığım gibi kullanılmaya devam edilseydim. Kontrollü bir şekilde şehirleşmeyi başarmış olsaydım şuanda bulunduğum konum çok daha farklı olabilirdi. Ancak, hiçbir şey için geç değil. Profesyonel bir şehir markalaması çalışmasıyla küllerimden doğabileceğim umudunu hala içimde barındırıyorum.